3.97 AVERAGE


I read these books to my son. He enjoyed them, and I like them, especially Johnny and the Dead. I did not enjoy these books as much as the Discworld series, and I definitely think they are aimed at a younger audience than I fall into.

These are a great read. They're not quite junk food for the brain (you have to think a little bit too much for that), but they are easy to digest and the messages in each book are clear. Johnny Maxwell is a great little anti-hero. He's not a bad boy, he just really wants to be normal.

Johnny Maxwell is an interesting kid, who is possibly almost too in tune with his surroundings. As usual, T. Pratchett gives an interesting take on things that perhaps would almost be considered mundane.
This is YA at it's finest, thought provoking, plenty of unexpected twists and by the end of each book, there is a good chance that you have learnt something about yourself. Well worth a look.

4,5
Humor ist ja immer so eine Sache, aber bei dieser Lektüre hatte ich eine Schmunzel-Garantie. Die Reihe hat mir sogar um Längen besser gefallen als die Scheibenwelt-Romane. Johnny war mir als Protagonist sehr sympatisch. Seine Kumpels Yo-less, Wobbler und BigMac konnte ich mir auch richtig gut vorstellen. Die Lektüre war leicht und spannend und schnell. Und auch die Themen der einzelnen Bände, die man durchaus unabhängig voneinander hätte lesen können, fand ich alle ansprechend und auch gut umgesetzt. Eine klare YA-Fantasy-Empfehlung.
adventurous funny inspiring mysterious medium-paced
Plot or Character Driven: A mix
Strong character development: Yes
Loveable characters: Yes
Diverse cast of characters: Yes
Flaws of characters a main focus: Yes

Love all of his books, but his writing for children is particularly delightful.

Daha önce edebiyathaber.net’te yayınlanan uzuuunca bir “Johnny Maxwell” yazım vardı. Burada neden durmasın dedim. (Tamamı buraya sığmadı, şaşırdım, harbiden uzunmuş yani. O yüzden sığdığı kadarını ekleyeyim ne yapayım.)

***

Terry Pratchett’ın yazdığı şeyler arasında en sevdiğim şeyi sorsanız, aslında biraz haksızlık etmiş olursunuz. Zira çok uzunca bir süredir bu konuda nesnel olmam mümkün değil. Bazı kitapları, belki bazı öyküleri falan biraz daha az seviyor olabilirim ve zor da olsa bu şeyleri kenara almayı bilirim. Fakat sevmek söz konusuysa, hiçbirini birbirinden ayıramam.

Daha doğrusu, ayıramazdım. Johnny Maxwell serisine kadar.

Neden bu seri peki? Onca Diskdünya romanı varken kenarda, neden Johnny?

Aklıma gelen ilk cevap, en basit ve hatta belki de tek cevap şu: duygusu.

Tek kelimeden oluşsa da içinde koca bir derya barındırıyor bu kaçak görünümlü kelime. Ama buna geleceğim. Şimdilik sadece, serinin ilk kitabı İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin’deki şu harikulade cümleyi koyuyorum buraya:

[Johnny ve arkadaşlarının] Tam olarak bir “çete” oldukları söylenemezdi, çünkü... eh, büyük bir cips paketini alıp sallarsanız, küçük parçaların hepsi bir köşeye toplanır.

Evet, sadece ve sadece bu ifade için bile baştan aşağı sevebilirim tüm seriyi; çünkü ben de pek çoğumuz gibi çocukluğumu Johnny’yle birlikte doksanlı yıllarda yaşadım ve tıpkı Johnny gibi, birçoğumuz gibi, cips paketinin dibinde kalmış o parçalardan biri oldum. Duygudaşlık yaratmak için söylüyorum bunu, zira zoraki kurulmuş o arkadaşlık gruplarını pek çoğunuz gibi ben de yakından tanıyorum. O yüzden şimdi, tıpkı Johnny gibi, anlaşılmayı beklemek yerine harekete geçiyor, anlatıyorum.

On iki yaşındaki Johnny’nin aslında çok hüzünlü, naif, çaresiz bir velet olduğunu gayet iyi biliyorum mesela. Hatta büyük ihtimalle o, bizimkinden de zorlu bir hayat sürüyor: Anne-babası ayrı, annesi ilgisiz, yanında yaşadıkları dedesi annesinden de ilgisiz, okuldaki hocaları ondan şikâyetçi, çünkü dersleri kötü, çünkü okulu sevmiyor, çünkü okuldaki “normal” çocuklar onu sevmiyor, çünkü o farklı. Bir tek işte, kendisi gibi ötekileştirilmiş “parçalar” bulmuş kendine, onlarla takılıyor: serseri ağabeyi yüzünden serseri çetelerin kucağına düşmesine ramak kalmış Bigmac; aşırı kiloları ve atanamamış inekliği yüzünden pek sevilmeyen Bıngıl; çok zeki, “hiç cool” ve maalesef(!) siyahi Yo-yok; her şeyde birinci gelmeye kafayı feci taktığı ve sürekli ders çalıştığı için artık hafifçe tırlatmış, hakiki inek Kirsty... Her bir üyesi birbirinden tamamen farklı ama bir şekilde zoraki birleşmiş tuhaf bir grup yani, Johnny’ninki.

Fakat bu grup, örneğin bir Ninja Kaplumbağalar ya da Dalton Kardeşler gibi, ağırlıkları nispeten homojen dağılmış üyelerden oluşmuyor. Bu grubunun asli olarak tek, doğal bir lideri var ve o da elbette Johnny. Hengâmenin içinde yapayalnız, çünkü onu en iyi anlayan arkadaşları bile aslında onu tam olarak anlamıyor.

Peki Johnny, tüm bu yalnızlığı içinde, hayatla nasıl mücadele ediyor?

Hayal Gücü Büyüsüyle.

“Hayal Gücüyle Zorlukları Aşmak” konulu bir seminer serisi verilse veyahut bu temada bir kişisel gelişim kitabı yazılsa, Johnny Maxwell’den illa ki bahsedilirdi. En azından ben bahsederdim.

Çocukken en sevdiğim –en sevdiğimiz– oyun, “maceracılık” idi muhtemelen. Gerçekten; bazen bir arkadaşımla, kuzenimle veya kendimle baş başa kaldığımda “Hadi maceracılık oynayalım” cümlesini birebir kurardım. Bilirsiniz; maceracılık oyununun kuralları belirsizdir, değişkendir, gündeliktir ve son derece esnektir. Maceracılık, hemen her tür nesneyle (ya da tamamen nesnesizce) oynanabilir; legolarla, oyuncak arabalarla, iskambil kâğıtlarıyla, oyuncak askerlerle... Fakat en önemli, en olmazsa olmaz unsur hayal gücüdür bu oyunda. Maceracılık, sizi tüm bir gün boyunca meşgul edebilir ve hatta doyurucu bir seans da olmuşsa, rüyalarınızı bile süsleyebilir. Oynanışı da kolaydır: Kendinize bir rol biçersiniz, elinizin altındaki şeyleri kullanarak doğaçlama senaryoyu oluşturursunuz, hemen her ânı diyaloglarla süslersiniz –ki bu diyaloglar genellikle “Hayııııır! Dikkat et, dikkaaat! Bina yıkılıyooooor, çekil oradaaan!” gibi nidalar içerir– ve nihayetinde, büyük bir katarsis ve eğlenti duygusuyla oyunu bitirirsiniz (ve istemeye istemeye de olsa matematik ödevine falan dönersiniz). Maceracılık, ayaküstü film yapmak gibidir yani biraz. Senaristi, yönetmeni, yapımcısı ve oyuncusu sadece sizsinizdir ve dolayısıyla hayallerinizdeki Oscar’ları da hep tek başınıza göğüslemişsinizdir. (Bu arada, fark etmeden geçmemeli: Çocukken oynadığımız bu oyun aslında FRP’nin ta kendisi.)

Yani aslında bu yaratıcı maceracılık, Johnny Maxwell’in de alametifarikasıdır:

Bilgisayarının başındayken Johnny, “İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin”i oynarken yani, uzun saatlerini tek başına düşünerek geçirdiği için oyununkinden daha fazla gelişmiş olan hayal gücü devreye girer mesela. Kendi senaryosunu, kendi rejisörlüğünü konuşturmaya başlar o anda. Uzaylıların onunla konuştuğunu hayal eder (belki), ve sonra da, orada yaşadığı kırılmanın ardından, hayalinin –ve kitabın– zoraki kahramanı hâline geliverir.

Ya da okuldan eve dönerken, eski mezarlığın yanından geçerken bir gün, birkaç hayaletin kendisiyle iletişim kurduğunu görür. Hayaletler ondan yardım ister ve Johnny de iyi yetişmiş, düzgün bir çocuk olduğundan, onlara elbette sırt çevirmez.

Zamanda yolculuğu ise belki istemeden deneyimler en başta, fakat başladıktan sonra durmaz: Doğru zamanda doğru yerde olmanın önemini bilmektedir çünkü, çünkü daha önce kendi hayalinde de en zorlu kahramanlıklardan hep doğru dersler öğrenmiş olduğunu bilmektedir.

Kısacası Johnny, kendi hayalinin, kendi FRP’sinin, kendi özgün filminin kahramanı olarak ortalarda cirit atar hiç durmadan. Sever de bunu, zevk duyar; zira fark etmiştir ki hayat orada, kendi beyninin içinde birazcık olsun daha kolay. Böylece Johnny, koskoca kaçış edebiyatı külliyatını bile öncelikle kendi kendine deneyimlemiş, öğrenmiş olur.

Maceracılık, doksanlar çocuklarının telmaşa kaynaklarının sunduğu yegâne kaçış imkânıydı.

***

Johnny Maxwell serisinin ilk kitabı 1992 yılında yayımlandı. Körfez Savaşı yeni bitmişti, insanlık ilk kez televizyondan canlı yayınlanan bir savaş izlemişti, bilgisayar oyunları biraz gelişmişti ama her şeye rağmen insanlar bu kadar bireyselleşmemişti. O zamanlar, hepimizin hatırladığı gibi sokak oyunları vardı, ev oyunları vardı, kaliteli çocuk programları vardı, geleceğe dair çocuksu ve coşkulu hayaller vardı [ve birtakım başka doksanlar güzellemesi daha: “Hayır hayır, eminim 90’lardayız,” dedi Kirsty. “Tarihte, mor-yeşil eşofman giydiğiniz için kazığa bağlanıp yakılmayacağınız tek dönem bu, değil mi?”]. Baskılanmayan, daha da önemlisi yönlendirilmeyen bir hayal gücü vardı. Dolayısıyla Johnny de o dönemin bir tezahürü olarak karşımıza çıktı ve hepimize, çocukluğumuzdan kopup gelen nostaljik bir dost gibi yaklaştı; hatta çoğu zaman, sırları dökülmüş bir ayna tuttu yüzümüze.

Ve bu kitap, senelere meydan okumayı başararak (ve tabii, dövüşmekten ve öldürmekten bıkmayan insanlığın da sayesinde biraz) bitimsiz bir savaş karşıtlığı anlatısı kurmayı başardı:

Johnny ansiklopediyi yerine koydu ve televizyonu açtı. Çok, çok tuhaftı... Düşmanın elindeki savaş esirlerinin, bombalanması muhtemel binalara yerleştirildiği söyleniyordu. Adamın biri, bu yüzden kendi askerlerini vurabilecekleri ihtimalinden bahsediyordu. “Barbarca bir şey bu,” diyordu. “Barbarca” diyordu. Stüdyodaki herkes de onaylıyordu.

Salt savaş karşıtlığı değildi tabii ki bu kitabı ortaya çıkaran şey; fakat özünde yatan şey buydu. İnsanlığı Ancak Sen Kurtarabilirsin, yalnız bir çocuğun renkli hayallerine sığınarak, hüzünlü bir mizah yoluyla –ki bazıları buna “trajikomik” de der– anafikrini herkese, en önemlisi de küçük bireylere anlattı.

İkinci kitap Hayaletleri Ancak Sen Anlayabilirsin ise hemen bir sene sonra, 1993’te çıktı. Bireysel dertleri elbette vardı yine Johnny’nin; fakat toplumsal dertleri de artık ağır basmaya başlamıştı. Çünkü büyük ihtimalle Terry Pratchett da fark etmişti yarattığı karakterin gücünü. O yüzden, hemen her konuda olduğu gibi sosyal sorunlarda da bizden birkaç onyıl önde olan Avrupa’nın o sıralarda yaşadığı sorunu bu vasıtayla gündeme getirmekte bir beis görmedi: Kentsel dönüşüm canavarının, tüketim kültürünün açgözlülüğü. Kitaplarında bolca yer verdiği alışveriş toplumu eleştirisini –örneğin Tırpanlı Adam başlı başına bunun üstünedir– bir de çocukların gözünden, çocuklara anlatmak istedi Pratchett ve bunun için elbette, Johnny’den daha iyi bir elçi bulamazdı kendine. Şehrin mezarlığını, yani şehrin hafızasını, kentin belleğini yıkıp yerine bir kompleks yapmak isteyen holdinge karşı Johnny, yanına mezarlığın hakiki sakinlerini de alarak amansız bir savaş verdi. Çünkü ne de olsa, “mezarlıklar, yaşayanlar için var olan yerlerdi.”

“Buradaki kâğıtlarınızda, mezarlığın zarar ettiği yazıyor,” [dedi Johnny.] “Ama bir mezarlık, zarar edemez. O bir şirket falan değil. O yalnızca... vardır. Arkadaşım Bigmac diyor ki, sizin zarar dediğiniz şey, üzerine bina yapılacak arazinin ‘değeri’ymiş yalnızca. Birleşmiş Kaynaşmış Pekişmiş Holding’den alacağınız ücretler ve vergiler falan. Yani, var olmayan bir para. Ama ölüler vergi ödeyemez ve bu yüzden de onların sizin için hiçbir değeri yok, değil mi?”

Üç yıl sonra, 1996’da, Zamanı Ancak Sen Durdurabilirsin ile bizi bir kez daha savaşa soktu Johnny; fakat bu seferki, insanlığın şimdiye kadarki en büyük felaketiydi. Bir alışveriş arabasıyla zamanlar arasında gezinebilen kadınla, yani kentin “delisi” Bayan Tachyon’la karşılaşınca çocuklar, istemeden de olsa İkinci Dünya Savaşı’na gittiler ve bilerek ve isteyerek, geçmişteki o büyük bombardımana el attılar. (Tabii bu arada paralel evrenlerle uğraşmaktan falan da geri kalmadılar, fazla şey etmeyin.)

Yaptığınız her şey, her şeyi değiştirir. Ve ne zaman ki zamanda yer değiştirirsiniz, bıraktığınız zamandan biraz daha ‘farklı’ bir zamana dönersiniz. Yaptıklarınız, belirlenmiş olan tek geleceği değiştirmez, geleceklerden yalnızca ‘birini’ değiştirir.

Ama işte, doğru şeyi yapmanın önemi dedik ya... Geleceği tümden değiştirme ve hatta kendisini imha ihtimaline rağmen Johnny, doğru olduğunu bildiği şeyi yapmaktan geri durmadı, duramazdı. Çünkü Johnny’nin ahlaki üstünlüğü tam da buradaydı: Gerçekten de çoğunluğun iyiliği ekseninde düşündü her zaman, öyle davrandı.

Yani Johnny, her türlü ahval ve şerait içinde dahi etik duruşundan, hümanist yanından ve idealizminden taviz vermedi, her zaman doğru bildiğini yaptı, sesi çıkmayanlar için sesini yükseltti, yeri geldiğinde hırsla ve kararlılıkla tepindi. O yaşlarda bir çocuk için hiç de kolay bir şey değildi tüm bunlar üstelik; fakat o, yenilse de pes etmedi. Evet, gerçek biriymiş gibi bahsediyor olabilirim Johnny’den, farkındayım, ama... o zaten gerçek biri. O kadar hakiki, o kadar iyi yazılmış, o kadar yaşayan bir karakter ki, salt sözcüklerle işleyen küçük bir maddeleşme büyüsü öğrenseniz, onu kanlı canlı şekilde, tam karşınızda cisimleştirebilirsiniz.

***

Aslında Johnny Maxwell serisini bu kadar “ciddileştirmek” değil amacım; öyle yapmışım gibi göründüyse de özür diliyorum. Yani tamam, kitapların “anlattığı” şeyler elbette bu kadar ciddi, bu kadar doğru ve dolu; fakat yalnızca bunlara odaklanırsak ve “söyledikleri” şeyleri es geçersek, gerçek değerlerine de ihanet etmiş oluruz.

Her şeyden önce, tüm dünyada kabul gördüğü üzere, bir güldürü ustası tarafından yazıldı bu kitaplar; hatta Terry Pratchett’ın, fantezi yazarından ziyade bir mizah yazarı olduğunu iddia edenler bile var (mesela ben). İngiliz mizahı denen şeyin tam kalbinden gelen; çocukluğu boyunca kütüphanelerde gezen ve klasikleşmiş hiciv dergilerini hatmeden; Terry Giliam’la, Terry Jones’la (bu Terry isminde bir şey var sanırım), Peter Sellers’la büyüyen biriydi Pratchett ve dolayısıyla, mizahın kodlarını en doğru şekilde uygulamayı öğrendi. Hem de daha en başından. İlk kitaplarında, ilk öykülerinde bile kahkahayla güldürebilen biriydi. Tıpkı Johnny gibi Terry de doğru yerde, doğru zamanda durmayı bildi ve mesela o yüzden, “punchline”ları en gerekli, en uygun yerlere yerleştirebildi. Öte yandan Terry, gruplara ve güruhlara ses vererek de kariyeri boyunca müthiş bir iş çıkardı. Mesela Diskdünya kitaplarına ya da yazdığı diğer her şeye bakarsanız, üç beş kişiden oluşan topluluklardan harikulade malzemeler yarattığını ve bunu sürekli olarak yaptığını görebilirsiniz: Görünmez Üniversite’nin akademik kadrosu, Taze Başlangıçlar Kulübü üyeleri, tabii ki ve tabii ki Koçbaşı Dağlar cadıları, Ankh-Morpork’un dilenciler ekibi, Cohen’in Gümüş Ordusu... ve elbette, Johnny ve saz grubu.

Johnny ve arkadaşları, her ne kadar beş kişiden oluşsalar da, mesela “Rule of Three”nin kodlarını taşırlar; ve her biri de başlı başına birer karakter olduğu için, bunu başarıyla yansıtırlar. Yani örneğin Bigmac’in bir diyalogda ne söyleyeceğini de, Yo-yok’un ona nasıl yanıt vereceğini de tahmin edebilirsiniz ve böyle bir durumda iki açıdan da kazançlı çıkarsınız: Ya gerçekten de tahmin ettiklerinizi söyleyip size zihinsel, mini bir katarsis yaşatırlar ya da tamamen farklı cümleler sarf edip sizi ters köşeye yatırırlar.

Aslında, işin bu güldürüsel matematiğini tam anlamıyla açıklamak için Terry Pratchett mizahı hakkında en azından bir makale yazmak gerekir, zira derine indikçe küçük ayrıntılar büyüyor ve anlatması zor hâle geliyor (denedim, oradan biliyorum). Fakat, bu yazı için kitapları şöyle yeniden bir tararken tekrar gözüme çarpan şeyi de tam olarak buraya eklemek uygun olacak: Gerçekten ama gerçekten, bazen üç ya da dört sayfa dahi sürebilen bitmek bilmez goygoylarına hayranım bu çocukların. Bilemiyorum, belki 90’lı yılların etkisi yine, ne de olsa Johnny de tam anlamıyla “ansiklopedi okuyarak büyümüş bir çocuk”; ama bu goygoyların salt komiklik değil bilgi ve ilgi de içeriyor oluşuna hakikaten bayılıyorum:

“Hayaletler ha?” dedi Yo-yok, Johnny tamamen döküldükten sonra.
“Yoook,” dedi Johnny kararsızca. “Hayalet lafını hiç sevmiyorlar. Bir sebepten, onları kızdırıyor. Onlar yalnızca... ölü. Sanırım bu onlar için, insanlara özürlü ya da gerizekâlı denmesi gibi bir şey.”
“Siyaseten yanlış,” dedi Yo-yok. “Evet. Bir yerde okumuştum.”
“Yani... onlara mesela... şey mi dememizi istiyorlar...” Bıngıl durup düşündü. “Mesela... yaşlı-ötesi-vatandaşlar?”
“Nefessel açıdan engelli?” dedi Yo-yok.
“Dikey-açıdan-dezavantajlı,” dedi Bıngıl.
“Nasıl yani? Kısa boylu mu demek istiyorsun?” dedi Yo-yok.
“Yok, gömülmüş anlamında,” dedi Bıngıl.

Bakın bu diyaloglar 1993 yılında yazıldı; kimsenin daha “duyar falan kasmadığı” dönemlerde yani.

***

to be continued...

These book were okay. Not stellar - not by a long shot - but they weren't terrible either. I had some frustration with how Johnny has a new super power every book and how slow the pacing was. Of the three, I think I preferred the first one. It was definitely the easiest for me to read, though part of that may have been writing style fatigue. I prefer to space them out but that seemed silly when they were all in one book.

Ultimately, I didn't find this trilogy all that impressive. I've left reviews on the individual books in the series, but I really don't think this is one I'll be recommending to my friends or saving a space for on my bookshelves.

Personally I love the book. Good memories.

It’s just that I read it to my kids now and I had to explain a lot. It’s dated (naturally), but now my children know that we used to have phones attached to the walls and that computer games didn’t always look like the ones that daddy plays.

But the morals stand the test of time and I still see why I could never get i to computer games after reading the book for the first time. We’ll see how it will be for my children.
adventurous funny lighthearted medium-paced
Plot or Character Driven: Plot
Strong character development: Yes
Loveable characters: Yes
Diverse cast of characters: No
Flaws of characters a main focus: No

'Only You Can Save Mankind': Three Stars

'Johnny and the Dead' :Three Stars

'Johnny and the Bomb': Four Stars
 
Something about Johnny Maxwell never gelled until the third book. His extreme ordinariness and unflappability were played well on top of his parent's prolonged divorce, but he comes off as a bit of a blank. With the exception of key scenes near the climaxes of 'Mankind' and the Tommy Atkins scene in 'The Dead' there wasn't any of those insightful moments that his best work is made up of. Pratchett didn't soften his stance on personal responsibility, hypocrisy, religion, or anything, I just didn't feel it. 

The humor was there though, some of it a bit outdated maybe, Each novel actually got better, with Pratchett perhaps figuring out what he could do with such a moral, well-intentioned person pushed into bizarre situations.

Some parts of the humor and references bypassed me because I don't really know what it was like to grow up a British kid in the early to mid 90s. Johnny's 'gang': Would-be hacker Wobbler, asthmatic 'skinhead' Bigmac, terminally uncool Yo-less and the acerbic Kirsty (aka Sigourney, Kimberly, Kassandra and Klytemnestra) are mostly on the outskirts of the action, Johnny being the only person able to see/know what's going on most of the time, but the banter between them ("I reckon...Ronald McDonald is like Jesus Christ.") was perfect, especially in 'Johnny and the Bomb'. Johnny's friends are hauled along to Blitz-era England with him with potentially terrible results. The banter and chatting crossed over into something a bit more revelatory, especially when an oblivious Kirsty tries to soothe Yo-less after he's called a 'Sambo' in 1941.

I'm not sure how much I would have liked these if I'd read them at 12, but they made for a breezy weekend read. Usually I review novels in omnibuses separately, mostly so I have easier access to the reviews about individual books, but these books are pretty short and I just sped right through them and I'm just not feeling three reviews when one would do as well.