jasonfurman's review against another edition

Go to review page

5.0

Wonderfully written, deeply insightful, and very engaging--this books is three interrelated essays/studies of Balzac, Dickens and Dostoevsky. Zweig has a little light biography for each but mostly it is a portrait of their writing--Balzac as a chronicler of society, Dickens the family, and Dostoevsky something bigger and more mystical than either. Each part is self contained but they work better as a whole. None of them, however, are introductions and they generally require a decent amount of familiarity with the writers to appreciate studies.

h_crespo's review against another edition

Go to review page

Kitabın ismi "3 Büyük Usta" olsa da aslında temel olarak Dostoyevski'yi anlatıyor. Dickens ve Balzac hem nitelik hem nicelik olarak kitabın çok küçük bir kısmını kaplıyor.
Kitabın arka sayfasında yazdığı üzere Balzac toplum, Dickens aile ve Dostoyevski de bu iki yapının atomu diyebileceğimiz birey üzerine anlatımlar yapıyor. Toplum ve aile kavramları bireye kıyasla daha çoğulcu görünse de aslında bu yapıları çoğulcu gösterenin bireyin kendi kişiliğinde yatan uç sınırlar. Dostoyevski kimsenin kendisine itiraf edemediği şeyleri tüm dünyaya ilan etti ve bunun evrensel olduğunu da dünya genelinde ün kazanarak ve dünyaya mal olarak kanıtladı. Kitabın 100 yıl önce yazılması ve Dostoyevski üzerine yapılan analizlerin belki de ilk başlangıç noktasını oluşturması bugüne kadar gelen yorumlamaların özü olabileceği konusunda beni ikna etti. Dostoyevski analizlerini tekrar etmeden dikkatimi çeken yerleri eıralamamu gerekirse:
"Dostoyevski psikologların psikoloğudur." sözünü daha önce duymuş, fakat kaynağını bulamamıştım. Bu kitapta referanssız bir şekilde bahsedilince Stefan Zweig'a ait olduğunu düşündüm.
Dostoyevski'nin acı dahil tüm hazlara erişmek istediğini, kötücül hazlara da en az zararsızlar kadar açlık duyumsadığını okuyunca aslında insanın farklı bir yönüyle karşılaşmış gibi düşündüm. İnsanın özünün iyi ve kötünün dengesinden oluştuğunu düşünmekten farklı bir yorum. Kötü de istenebilir. Kötü bir kader bile isteye talep edilebilir. Çünkü iyinin hazzı ne kadar ilgi çekiciyse kötünün acısı da o kadar arzu edilebilir. Mazoşist bir yorum gibi görünebilir fakat hem fikir olduğumu söylemem lazım.
Camus'nün hayatla ilgili sisifos benzetmesini bu kitapta da görmek şaşırttı. Çünkü bu kitap Camus yazmadan 25 yıl önce yayımlanmış. Dostoyevski'nin inanma konusunda yaşadığı bir doyuma ve hedefe ulaşamama ama bu inadında ısrar etmesini sisifosa benzetmiş Zweig. Camus ise yaşama, var olma eylemini benzetmişti. Camus buradan esinlenmiş olabilir mi? Bu soru aklıma takıldı.
Balzac'ın hırs ve şehveti, Dickens'ın sıradanlığı ve kanaatkarlığından çok daha fazlasını vaat ettiği için Dostoyevski daha evrensel ve bu kitabın da bu yorumun da neredeyse tamamını oluşturuyor. Dostoyevski'nin farkı ise bütün bu iyilik, sıradanlık sevgi gibi günümüzün dünyasında da hala hakim olan erdemleri bilmesine ve belki de deneyimlemesine rağmen kötünün de var olabileceğini görmesi ve bu kötülere rağmen sevgiye iyi niyete inanma isteğini koruyarak inanç kayasını her kitabında zirveye taşımasıdır.

mariimarii's review

Go to review page

informative inspiring slow-paced

3.0

hiko's review against another edition

Go to review page

4.0

Dostoyevski kitablari qeder chetin oxunmasa da, yene de bir az chetin idi.

Beyendiyim yerler:

Üç Büyük Usta (Balzac, Dickens, Dostoyevski) - Stefan Zweig (Highlight: 40; Note: 0)

───────────────

▪ “Sona erdirememen, bu seni büyütecektir.” Goethe, Doğu-Batı Divanı

▪ İşte Eyüp gibi onu en güvenli olduğu anlarda yere sermiş, karısını ve çocuğunu elinden almış, başına hastalıklar sarmış, şerefini ve onu aşağılamıştır, ki Tanrı’yla mücadelesine ara vermesin, o dinmek bilmeyen isyanı ve dinmek bilmeyen umudu daha da artsın.

▪ Hayat onu üç kez havaya fırlatır, üç kez yere serer. Erken bir zamanda ünün tatlı besiniyle yeniler: İlk kitabı ona bir isim bahşeder, ama hemen ardından güçlü pençeler onu tekrar yakalar ve isimsizler diyarına fırlatır: Hapishaneye, Katorga’ya, Sibirya’ya. Sonra daha güçlü ve daha cesur olarak yeniden ortaya çıkar: Ölüler Evinden Anılar Rusya’yı serseme çevirir. Çar bile kitabı gözyaşları içinde okur, Rus gençliği onun için yanar tutuşur.

▪ Bir dergi çıkarır, sesini bütün halka yöneltir, ilk romanlar vücuda gelir. Sonra aniden maddi durumu çöküntüye uğrar, borçlar ve kaygılar onu ülkesinden atar, hastalık bedenini kemirir, bir göçebe gibi bütün Avrupa’yı dolaşır, ulusu tarafından unutulur. Ama çalışma ve mahrumiyet yıllarından sonra üçüncü kez isimsiz sefaletinin korkunç sularında yeniden belirir: Puşkin’i anma konuşması onu ülkesinin en büyük yazarı, peygamberi haline getirir

▪ Hayatının başlangıcı bile bir semboldür: Fyodor Mihailoviç Dostoyevski bir yoksullar evinde doğar. Daha ilk anda ona hayatının yeri gösterilmiştir; toplumun dışında, hor görülen, hayatın dibine yakın bir yer, ama insani kaderin tam ortasında, acıya, ıstıraba ve ölüme komşu bir yer.

▪ Schiller’inki gibi askeri doktor olan babası soylu bir ailedendir, annesi ise köylü kanından: Rus halkının her iki kaynağı da onda birleşir ve verimli bir şekilde akar

▪ O da Kolya gibi olmalıydı, erken yaşta olgunlaşmış, hayal gücü halüsinasyonlara varacak kadar geniş, içi büyük bir şey olma isteği ile, o tedirgin, titrek korla, kendini aşma ve “bütün insanlık için acı çekme” konusunda duyduğu o şiddetli ve çocuksu fanatizmle dopdolu.

▪ Küçük Netoçka Nezvanova gibi ağzına kadar aşkla ve aynı zamanda bunu ele vermekten duyduğu histerik korkuyla doluydu mutlaka.

▪ Evdeki sefalet yakınmalarından ve mahrumiyet nidalarından son derece utanan, ama yine de yakınlarını dünyaya karşı savunmaya her zaman hazır olan, ayyaş yüzbaşının oğlu İlyuşka gibiydi.

▪ Günün birinde bu karanlık dünyadan bir delikanlı olarak çıktığında çocukluğu çoktan sönüp gitmişti. Bütün doyumsuzların ebedi özgürlük ülkesine, ihmal edilmişlerin sığınağına, kitapların renkli ve tehlikeli dünyasına kaçmıştı.

▪ O zamanlar erkek kardeşiyle birlikte inanılmaz derecede çok okuyordu, geceler ve gündüzler boyu –daha o zamanlar bu doyumsuz genç okuma eğilimini müptelalık derecesine kadar vardırdı– ve bu fantastik dünya onu gerçek dünyadan giderek daha fazla kopardı. İnsanlığa karşı duyduğu güçlü tutkuyla dopdoluydu, ama insanlar karşısında da hastalık derecesinde çekingen ve kapalı, aynı anda kor ve buz, en tehlikeli yalnızlıklarınsa müptelasıydı.

▪ Tutkusu dağınık bir şekilde çevrede dolanıyor, bu “bodrum yılları”ında sefahatin bütün karanlık yollarından geçiyordu, ama bütün hazlardan duyduğu tiksinti, her mutlulukta suçluluk duyguları ve hiddetten sürekli sıktığı dudakları ile her zaman tek başına.

▪ Geceleri karmaşık mali sorunlarını çözmek için (parası yeterince ona özgü bir şekilde, karşıt eğilimlere, sadakalara ve sefahata akıyordu) Balzac’ın Eugénie Grandet’sini ve Schiller’in Don Carlos’unu tercüme eder.

▪ Bugünlerin yoğun sisinden yavaş yavaş bir şeyler şekillenmeye başlar, nihayet korku ve esrime karışımı bu sisli, düşsel durumdan ilk sanatsal eseri olgunlaşır: İnsancıklar adlı küçük romanı.

▪ 1844’de, 24 yaşındaki o yalnızların en yalnızı “ateşli bir tutkuyla, neredeyse gözyaşları içinde”, bu usta işi insanlık çalışmasını yazdı

▪ Orada kadere sorulmuş bir soru olduğunu, bir karar verileceğini seziyordu, güçlükle şair Nekrasof’a elyazmalarını kontrol etmesi için götürmeye karar verdi. İki gün hiçbir haber çıkmadı. Geceleri tek başına evde oturup düşünüyor, lambanın gazı bitinceye kadar çalışıyordu. Birdenbire gecenin dördünde kapının zili hararetle çalındı ve Nekrasof şaşkınlıkla kapıyı açan Dostoyevski’nin kollarına atıldı, boynuna sarıldı, öptü ve kutladı. O ve bir arkadaşı birlikte elyazmalarını birbirlerine okumuşlar, bütün gece dinlemişler, sevinçten deliye dönmüşler ve ağlamışlardı. Sonunda dayanamamışlardı: Gelip ona sarılmak istemişlerdi. Bu Dostoyevski’nin hayatının ilk saniyesiydi,

▪ zincirin ilk halkasıdır, bu zincire vurulan Dostoyevski çalışmanın o ağır güllesini hayatı boyunca taşıyacaktır.

▪ Belinski tarafından başına konan bu hale, bu şöhret de aynı zamanda ayağa vurulan bir

▪ Beyaz Geceler onun özgür bir insan olarak, sırf yaratma sevinciyle yazdığı ilk ve aynı zamanda son kitabı olmuştur. Yazmak o andan itibaren onun için şu anlamlara da gelmektedir: Kazanmak, iade etmek, ödemek; çünkü o andan itibaren başladığı her eser ilk satırından itibaren avansla rehin alınmış, daha doğmamış olan çocuk köle olarak satılmıştır.

▪ Artık ebediyen edebiyatın zindanına hapsedilmiş, bir ömür boyu hapsedilen adamın özgürlük feryatları umutsuzca yankılanmış, ancak ölüm onun zincirini kırabilmiştir. İşe yeni başlayan Dostoyevski henüz ilk hazdaki acıyı sezmez. Birkaç kısa roman çabucak yazılıp bitirilmiş ve hemen yeni bir roman planlamaya başlamıştır bile. O sırada kader parmağını kaldırarak onu uyarır. Hiç uyumayan şeytanı onun için hayatın fazla kolay olmasını istemez.

▪ Yine bir zamanlar olduğu gibi gece yarısı kapının zili acı acı çalar, Dostoyevski şaşkınlık içinde kapıyı açar, ama bu sefer hayatın sesi, coşkuyla kutlayan bir arkadaş, şöhretin habercisi değildir karşısındaki, bilakis ölümün çağrısıdır. Subaylar ve Kazaklar odasına dalarlar, onu tutuklarlar, kâğıtları mühürlenir. Aziz Paul kalesindeki bir hücrede dört ay kalır, suçunun ne olduğunu bilmeden: Birkaç heyecanlı arkadaşın toplantısına katılmaktır bütün suçu; sonradan bu toplantılar abartılarak Petraşevski suikastı olarak

▪ nitelendirilmişti, tutuklanması kuşkusuz bir yanlış anlamaydı. Yine de birdenbire en ağır cezaya çarptırılır, kurşuna dizilerek ölüme mahkûm edilir.

▪ Unutulmuş biri olarak Petersburg’a geri döner. Edebi hamileri onu terk etmiş, dostlarının gözünde kaybolup gitmiştir.

▪ Ama cesaret ve büyük bir güçle onu yere seren dalgalardan tekrar ışığa çıkmak için mücadele eder. Ölüler Evinden Anılar kitabı, bir mahkûmiyetin bu ölümsüz anlatımı, Rusya’yı kayıtsızca izlemenin uyuşukluğundan çekip çıkardı. Bütün bir ulus sakin dünyalarının dümdüz yüzeyi altında başka bir dünyanın, bütün acıların yaşandığı bir arafın bulunduğunu dehşetle keşfeder. Suçlamaların alevi Kremlin’e kadar yükselir, çar kitabı okurken gözyaşlarına boğulur, binlerce dudak Dostoyevski’nin adını söyler.

▪ Tolstoy sağlığına ne kadar çok şey borçlu ise, Dostoyevski’nin dehası da bu hastalığa, bu şeytani belaya o kadar borçludur.

▪ Dostoyevski’nin kahramanları ararlar, ama gerçek hayatla hiçbir ilişki kurmazlar: Onların farkı budur. Onlar kesinlikle realiteye girmek istemezler, tersine başından itibaren onu aşmak, sonsuzluğa ulaşmak isterler. Kaderleri onlar için dışsal olarak var olmaz, sadece içsel bir anlamdadır. Onların krallığı bu dünyada değildir. Değerlerin, unvanların, gücün ve paranın, bütün görünen servetlerin görünüş biçimleri ne Balzac’ta olduğu gibi bir amaç olarak, ne de Almanlarda olduğu gibi bir araç olarak bir değere sahiptir. Onlar bu dünyada başarılı olmayı, ayakta kalmayı, onun içine yerleşmeyi hiç istemezler. Kendilerine karşı tutumlu davranmazlar,

▪ tersine kendilerini çarçur ederler, hesap yapmazlar ve ebediyen hesaplanamaz olarak kalırlar. Varlıklarının yetersiz yanı başlangıçta onları avare hayalperestler olarak gösterir, ama bakışları sadece bomboş görünür, çünkü dışarıya yönelik değildir, kor ve ateş halinde sürekli kendi içlerine, kendi varoluşlarına bakarlar. Rus insanı için ya hep ya hiç vardır. Kendilerini ve hayatı hissetmek isterler, ama gölgesini ve aynadaki yansısını, dış gerçekliğini değil, tersine büyük ve mistik olan aslını, kozmik gücü, varoluş duygusunu hissetmek isterler.

▪ Olağan şartlarda sağlıklı, basit, dünyevi doğanın alfası ve omegası olan ve ebediyen de olacak olan şey, yani mutlu olma isteği, onlara yeryüzündeki en anlamsız şey gibi görünür.

▪ Avrupa’da her yıl yayımlanan elli bin kitabı açın, neden bahsediyorlar? Mutlu olmaktan. Bir kadın bir erkek istiyor ya da zengin, güçlü, saygıdeğer olmak istiyor. Dickens’ta bütün arzuların nihai hedefi, içinde neşeli çocukların oynadığı yeşillikler arasında sevimli, küçük bir ev, Balzac’ta ise etrafında koruluk olan bir şato ve milyonlar. Çevremize bir bakalım, sokağa, barlara, basık eğlence yerlerine, aydınlık salonlara bakalım: Ne istiyor bu insanlar? Mutlu olmak, hoşnut olmak, zengin olmak, güçlü olmak. Dostoyevski’nin kahramanlarından hangisi bunu ister? Hiçbiri. Bir teki bile istemez. Hiçbir yerde kalmak istemezler, mutlulukta bile.

▪ Hepsi de devam etmek ister, hepsinde de onlara acı veren “yüce bir kalp” vardır. Mutlu olmak onlar için önemsizdir, hoşnut olmak önemsizdir, zengin olmayı arzu etmek bir yana hor görürler. Bütün insanlığın istediği hiçbir şeyi istemez bu tuhaf insanlar. Sağduyuları yoktur. Bu dünyadan hiçbir şey beklemezler.

▪ Peki bunlar kanaatkâr insanlar mı ya da yaşama karşı kayıtsız, kaygısız ya da münzeviler mi? Tam tersine. Dostoyevski’nin insanları, daha önce de söylediğim gibi, yeni bir başlangıcın insanlarıdır.

▪ öyleyse varım.”

▪ “Acı çekiyorum,

▪ Dostoyevski’nin karanlık eserindeki lirik müziktir.

▪ O halde Dostoyevski’deki betimlemelerin başlangıçtaki karanlık ve bir parça gölgemsi çizgileri tesadüf değil bilinçlidir. Onun romanlarına karanlık bir odaya girer gibi girer insan. Sadece siluetler görür, belli belirsiz sesler duyar, bunların kime ait olduklarını tam olarak anlamaksızın. Ancak yavaş yavaş alışır ve keskinleşir göz: Rembrandt resimleri gibi derin bir alacakaranlıktan çıkan ince, ruhsal bir akışkan insanların içini aydınlatmaya başlar. Ancak tutkuya kapıldıklarında tam olarak ışığa çıkarlar, insanlar Dostoyevski’de görünür olabilmek için önce kor gibi yanmalı, ses çıkarabilmek için sinirleri kopacak kadar gerilmiş olmalıdır: “Onda sadece ruhun etrafında bir beden oluşur, sadece

▪ sadece bir tutkunun etrafında görüntü.”

▪ Ah şu muhteşem iradenle kendine şehitler yaratan hayat, üstelik de seni övsünler diye, ah hayat, bilgili ve zalim, ey sen, zaferini haykırsınlar diye en büyükleri bile kendine kul eden hayat! Eyüb’ün felakette Tanrı’yı idrak ettiği için binlerce yıldır yankılanan ebedi çığlığını sürekli işitmek istiyorsun, bedenleri ateşte yanarken sevinç şarkıları söyleyen Danyal’ın adamlarını istiyorsun. O kızgın kömürü şairlerin dilleri üzerinde yakarsın, sana kul olsunlar ve sana aşkla seslensinler diye onlara eziyet edersin! Beethoven’i müzikle vurursun ki o sağır adam Tanrı’nın sesini duyabilsin ve ölüme dokunarak o sevinç şarkısını yazsın, Rembrandt’ı yoksulluğun karanlığına mahkûm edersin ki renklerin içinde ışığı,

▪ senin asli ışığını arasın, Dante’yi anavatanından kovarsın ki rüyasında cennet ve cehennemi görsün, herkesi kırbacınla sonsuzluğuna kovaladın.

▪ Ve bu adamı, herkesten daha çok kırbaçladığın bu adamı da boyun eğdirip hizmetkârın yaptın, işte bak, kriz halinde köpüren dudaklarıyla sana, “şüphenin bütün araflarından geçen” o övgü şarkısını söylemekte. Ah, acı çektirdiğin bu insanlarda nasıl da zaferler kazandın, geceyi gündüz yaptın, acıyı sevgi; cehennemden övgü şarkıları getiriyorsun. Çünkü en çok bilenler en çok acı çekenlerdir ve kim seni bilirse seni kutsamak zorundadır: Ve seni en derinden idrak eden bu adam, bak, hiç kimsenin etmediği kadar şahadet etti sana ve seni hiç kimsenin sevmediği kadar sevdi.

juliavra's review against another edition

Go to review page

4.0

Zweig no decepciona
More...