Scan barcode
A review by caterinasforza
Büyük Defter - Kanıt - Üçüncü Yalan by Ágota Kristóf
1.0
Peşin yazayım: Kitaba 77 sayfa tahammül edebildim! Bu güne kadar yarıda bıraktığım kitap sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Fakat bu kitaba tahammül edemedim. [a:Knut Hamsun|18317|Knut Hamsun|https://images.gr-assets.com/authors/1651531135p2/18317.jpg]'un [b:Açlık|13449825|Açlık|Knut Hamsun|https://i.gr-assets.com/images/S/compressed.photo.goodreads.com/books/1550243817l/13449825._SX50_.jpg|3135610] eseri gibi kitapları okumamış olsam bu kitap belki bir şey ifade ederdi... Savaşın getirdiği kötülüğü, ölümü, yokluğu ve her türlü istismarı tahmin edebiliyorum ama bunun sunuş şekli bu kadar düz, basit ve yapay olmamalıydı... Çünkü olanlar sıradan değildi. Bu bağlamda bu kitap öyle bir dille yazılmış ki, karakterlerle empati yapamıyorsunuz...
Okuyacaklara örnek birkaç alıntı paylaşacağım:
...
Dünya, iyisiyle kötüsüyle bu kadar basit ve duygusuz değil...
Okuyacaklara örnek birkaç alıntı paylaşacağım:
Hizmetçi'yle Papaz'ın evine varıyoruz. Bizi arka kapıdan içeri alıyor. Torbaları kilere bırakıp çamaşırhaneye gidiyoruz, her tarafa çamaşır ipleri gerilmiş. Her çeşit kap var, bir tanesi garip şekilli bir çinko küvet, adeta derin bir koltuk. ..
Hizmetçi valizlerimizi açıyor, giysilerimizi soğuk suya bastırıyor, sonra da iki büyük kazanda su ısıtmaya başlıyor.
"Hemen ihtiyacınız olanları şimdi yıkayacağım. Siz yıkanırken bunlar kurur. Diğer giysilerinizi de yarın veya öbür gün getiririm."
Küvetin içine kaynar su döküp ılıştırıyor, "Önce kim yıkanacak?" diye soruyor bize.
Kıpırdamıyoruz. "Sen mi? Yoksa sen mi? Haydi soyunun."
"Biz yıkanırken siz burada mı kalacaksınız?"
Kahkahayla gülüyor. "Elbette! Sırtınızı ovup saçlarınızı yıkayacağım. Benden utanacak değilsiniz ya canım? Neredeyse anneniz yaşındayım."
Hiç kıpırdamıyoruz. Bunun üzerine soyunmaya başlıyor. "Ziyanı yok. Önce ben yıkanırım öyleyse. Görüyorsunuz ya, ben sizden çekinmiyorum. Siz küçücük oğlanlarsınız."
Bir şarkı mırıldanıyor, ama ona baktığımızı fark edince yüzü kızarıyor. Memeleri tam şişirilmemiş balonları andırıyor, gergin ve sivri. Teni çok beyaz, her yerinde sarı tüyler var. Yalnızca bacaklarının arası, koltuk altları değil, karnının altı ve bacakları da bu tüylerle kaplı. Bir yandan şarkı mırıldanıyor, bir yandan da suyun içinde keseleniyor
...
Bahçede hareketsiz durma alıştırmamızı yapıyoruz. Hava sıcak. Ceviz ağacının gölgesine sırtüstü uzanmışız. Yaprakların arasından gökyüzü ve bulutları görüyoruz. Ağacın yaprakları kıpırtısız; bulutlar da sanki hareketsiz gibi, ama uzun süre dikkatlice izlendiklerinde sanki şekil değiştirip uzuyor.
Anneanne evden çıkıyor. Yanımızdan geçerken ayağıyla üzerimize, yüzümüze kum, toprak atıyor. Bir şeyler mırıldanıp bağına öğlen uykusuna gidiyor.
Subay, üst tarafı çıplak, gözleri kapalı, güneşin altında, başı beyaz duvara dayalı, odanın önündeki sırada oturuyor. Ansızın yerinden kalkıp bize doğru yürüyor, bir şeyler söylüyor, cevap vermiyoruz, ona bakmıyoruz bile. Sırasına geri dönüyor.
Daha sonra Posta: "Subay Bey konuşmak istemek sizinle."
Cevap vermiyoruz.
"Siz kalkmak gelmek. Söz dinlememek siz, Subay çok kızmak."
Kıpırdamıyoruz. Subay Posta'ya bir şeyler söylüyor, Posta da odaya giriyor. Temizlik yaparken şarkı söylediğini duyuyoruz.
Güneş evin çatısındaki bacaya değince, yerimizden kalkıyoruz. Subay'a doğru yürüyüp önünde duruyoruz. Posta'yı çağırıyor. "Ne istiyor?" diye soruyoruz.
Subay sorular soruyor; Postacı çeviriyor.
"Subay Bey sormak, siz neden kıpırdamamak, konuşmamak?"
"Hareketsizlik alıştırması yapıyoruz."
Posta gene çeviriyor, "Subay Bey söylemek, siz çok alıştırma yapmak var. Başka alıştırmalar. Vurmak birbirinize kemerle."
"Güçlenme alıştırmamızdı."
"Subay Bey sormak, siz neden yapmak bu çalışmaları?"
"Acıya alışmak için."
"Sormak, siz canınız acımak, hoşunuza gitmek?"
"Hayır, yalnızca acıyı yenmek istiyoruz, sıcağı, soğuğu, açlığı, can acıtan her şeyi."
"Subay Bey hayran olmak siz. Sizi bulmak olağanüstü."
Subay birkaç kelime daha ekliyor. Posta: "Tamam, bitmek. Ben gitmek şimdi. siz de gitmek, balığa filan."
Ama Subay gülümseyerek bizi kolumuzdan tutuyor ve Posta'ya gitmesini işaret ediyor.
Posta birkaç adım atıp dönüyor. "Siz gitmek! Çabuk! Şehirde dolaşmak."
Subay ona bakıyor, Posta bahçe kapısından bize bağırıyor: "Defolun! Siz durmamak! Siz anlamamak aptallar."
Gidiyor. Subay gülümsüyor, bizi odasına alıyor. Bir iskemleye yerleşiyor, bizi de kendisine doğru çekip dizlerine oturtuyor.
Boynuna sarılıp başımızı kıllı göğsüne yaslıyoruz. Bizi sallıyor.
Altımızda, Subay'ın bacaklarının arasında sıcak bir kıpırtı duyuyoruz. Birbirimize, sonra da Subay'ın gözlerinin içine bakıyoruz. Bizi yavaşça itip saçlarımızı okşuyor, ayağa kalkıyor. Bize iki tane kırbaç uzatıp yüzüstü yatağa uzanıyor. Bir tek sözcük söylüyor, dilini bilmememize rağmen, anlıyoruz onu. Vurmaya başlıyoruz. Bir birimiz, bir diğerimiz.
Subay'ın sırtında kırmızı izler beliriyor. Giderek daha hızlı vurmaya başlıyoruz. Subay inliyor, konumunu değiştirmeden, pantolonunu ve donunu ayak bileklerine kadar sıyırıyor. Beyaz
kıçına vuruyoruz, baldırlarına, bacaklarına, sırtına, boynuna, omuzlarına, bütün gücümüzle ... her şey kırmızıya boyanıyor.
Subay'ın vücudu, saçları, giysileri, çarşaflar, halı, ellerimiz, kollarımız kıpkırmızı. Kan gözümüze bile sıçrıyor, terimize karışıyor; adam son kez çığlık atana kadar vurmayı sürdürüyoruz.
Hayvani bir ses çıkarıyor, bitkin bir halde yatağın kenarına çöküyoruz.
Dünya, iyisiyle kötüsüyle bu kadar basit ve duygusuz değil...