Scan barcode
A review by merixien
Almanca Dersi by Siegfried Lenz
5.0
Yazarla ilk tanışmamı -sırf daha ince diye- Saygı Duruşu ile yapmamın ve bu yüzden kendisiyle arama mesafe koymamın pişmanlığıyla yazılmış bir yorum bu.
Önce konusundan kısaca bahsedersem; kitap anlatıcımızın kaldığı, öğrenme güçlüğü yaşayan “suçlu” gençlerin topluma yeniden kazandırılması için izole bir adaya kurulmuş olan ıslah evinde, aldığı bir ceza ile başlıyor. Almanca dersinde verilen, “görev tutkusu” konulu kompozisyon ödevini, görev kavramının uyandırdığı ve geçmişine uzanan kalabalık düşüncelerini kapıda dökemediği için Siggi ödevini tamamlaması için tecrit cezası alır. Hücresinde, bütün dikkat dağıtıcılarından uzakta hikayeyi anlatmaya başlar. Buradan itibaren kitap iki ayrı zamana ve akışa ayrılıyor. Birincisi Siggi’nin ıslahevi dönemi diğeri ise ödevine konu olan çocukluğu ve tabii ki o döneme eşlik eden İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları.
Hem Siggi’nin ödevine konu olan hem de onu ıslah evine götüren olayların başlangıç noktası ise 1943 yılında ressam Max Ludwig Nansen’in resim yasağı alması ve bunu çocukluktan -hatta zamanında hayatını kurtardığı- arkadaşı Rugbüll polisi Jens Ole Jepsen tarafından bildirilip denetleneceği bilgisinin ortaya çıkmasıyla başlıyor. Hikaye konusuna daha detaylı girmeyeceğim. Çünkü bu kitapta beni en çok etkileyen şeylerden birisi; yazıldığı zamana bakıldığında (1968) bu kadar yakın bir tarihle bu kadar açık bir yüzleşme içermesi. Kitabın omurgasını oluşturan ressam ve resim yasağı Emil Nolde’nin aldığı resim yapma yasağındam esinlenilerek oluşturulmuş. Yani gerçek bir çatışmanın ve olayın üzerinde yükseliyor kitap. O yüzden de, geçmişe dair yüzleşmelerde en çok sorulan “Nasyonal sosyalistler ve bu kadar karanlık bir ideoloji nasıl böyle büyük kitlelerce benimsendi, gündelik hayatın her detayına nasıl sızdı?” sorulanının cevabını kısmen de olsa veriyor. Özellikle de kadınlar üzerindeki etkisi, Alman onurunun anneliğin dahi önüne geçmesi insanın kanını donduran bir netlikle görülüyor. Her ne kadar gündelik hayata dair detaylar kadınların yaşantısına sıkıştırılmış olsa da, Alman halkının bölündüğü iki cepheyi tasvir etmek için iki ana eril karakter olan ressam ve polisi seçmiş Lenz. Ressam Nansen sanata, kuralların esnekliğine ve özgürlüğün yasaklanamayacağına olan inancıyla azınlığın temsilcisiyken, polis Jens göreve körü körüne bağlılığı, yalnızca emirleri uygulamaya odaklanmayı, vicdanını otoriteye duyduğu sarsılmaz bir inançla bastırmayı bilen kalabalık kesimin temsilcisi. Siggi ise savaşın bitiminden sonra oluşan yenilgiyle çökmüş güvensiz ortamda bu iki cephenin arasına sıkışıp hangi yönün haklı ya da doğru olduğuna karar veremeyip sonunda kendi yolunu açan köksüz Alman neslinin çok iyi bir tasviriydi.
Kitabın çok güçlü bir alt metni var ve bunu sağlayanlardan bir tanesi de anlatım tarzı ve tercih edilen dil. Öncelikli olarak, babasının görev obesesyonunun ve nazi egemenliğinde, savaş eşliğinde geçen çocukluğun anlatıcıda yarattığı travmayı keskin bir şekilde hissediyorsunuz. Çocuğun babasına ve ailesine adım adım yabancılaşması ve ebeveynleri için kullanılan tanımın sayfalar ilerledikçe değişmesi, korkunun ve paranoyanın yarattığı psikolojik ve fiziksel değişim sayfa sayfa önünüze seriliyor. Hikayenin temel noktasını nazi dönemi ve bu dönemin görev bilinci oluşturmasına rağmen bu tabire beredeyse hiç rastlamıyorsunuz. Aynı şekilde, Gestapo, Yahudi, çingene vb kavramları da direkt anmak yerine sembollere ve detaylara saklıyor. Bu da anlatıyı gerçekten on yaşındaki bir çocuğun ve bu çocuklukla ruhu zedelenmiş bir gencin tedirgin zihninden dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Sadece anlatıcının ruh hali açısından değil, kitabın tamamında gerek insanlar, gerek olaylar gerekse yerler hakkında çok detaylı ve gerçekçi bir tanımlama var. Bu da kitabı okurken adeta kitabı yaşamanız, bütün bölgeyi ve insanları gözünüzde canlandırabilmeniz anlamına geliyor. Benim hem hayranlıktan aklımı alan hem de bir ödevin peşinde perişan olup sürükleniyor hissi yaşayıp, kitabı uzun bir zamanda bitirmemin sebep de bu dil tercihiydi açıkcası.
Özetle; yazıldığı tarih ve dile getirdikleriyle çok cesur bir yüzleşme kitabı Almanca Dersi. Hem bir baba-oğul arasında yıkılan ilişkinin enkazından kalanlara hem de bir ülkenin bütün dünyayı travmatize eden yakın tarihine dair. Özellikle de milliyetçiliğin yenide yükselişe geçtiği günümüz dünyasında bu oluşum ve “görev” kavramı üzerine mutlaka okunması gereken kitaplardan birisi.
Önce konusundan kısaca bahsedersem; kitap anlatıcımızın kaldığı, öğrenme güçlüğü yaşayan “suçlu” gençlerin topluma yeniden kazandırılması için izole bir adaya kurulmuş olan ıslah evinde, aldığı bir ceza ile başlıyor. Almanca dersinde verilen, “görev tutkusu” konulu kompozisyon ödevini, görev kavramının uyandırdığı ve geçmişine uzanan kalabalık düşüncelerini kapıda dökemediği için Siggi ödevini tamamlaması için tecrit cezası alır. Hücresinde, bütün dikkat dağıtıcılarından uzakta hikayeyi anlatmaya başlar. Buradan itibaren kitap iki ayrı zamana ve akışa ayrılıyor. Birincisi Siggi’nin ıslahevi dönemi diğeri ise ödevine konu olan çocukluğu ve tabii ki o döneme eşlik eden İkinci Dünya Savaşı’nın son yılları.
Hem Siggi’nin ödevine konu olan hem de onu ıslah evine götüren olayların başlangıç noktası ise 1943 yılında ressam Max Ludwig Nansen’in resim yasağı alması ve bunu çocukluktan -hatta zamanında hayatını kurtardığı- arkadaşı Rugbüll polisi Jens Ole Jepsen tarafından bildirilip denetleneceği bilgisinin ortaya çıkmasıyla başlıyor. Hikaye konusuna daha detaylı girmeyeceğim. Çünkü bu kitapta beni en çok etkileyen şeylerden birisi; yazıldığı zamana bakıldığında (1968) bu kadar yakın bir tarihle bu kadar açık bir yüzleşme içermesi. Kitabın omurgasını oluşturan ressam ve resim yasağı Emil Nolde’nin aldığı resim yapma yasağındam esinlenilerek oluşturulmuş. Yani gerçek bir çatışmanın ve olayın üzerinde yükseliyor kitap. O yüzden de, geçmişe dair yüzleşmelerde en çok sorulan “Nasyonal sosyalistler ve bu kadar karanlık bir ideoloji nasıl böyle büyük kitlelerce benimsendi, gündelik hayatın her detayına nasıl sızdı?” sorulanının cevabını kısmen de olsa veriyor. Özellikle de kadınlar üzerindeki etkisi, Alman onurunun anneliğin dahi önüne geçmesi insanın kanını donduran bir netlikle görülüyor. Her ne kadar gündelik hayata dair detaylar kadınların yaşantısına sıkıştırılmış olsa da, Alman halkının bölündüğü iki cepheyi tasvir etmek için iki ana eril karakter olan ressam ve polisi seçmiş Lenz. Ressam Nansen sanata, kuralların esnekliğine ve özgürlüğün yasaklanamayacağına olan inancıyla azınlığın temsilcisiyken, polis Jens göreve körü körüne bağlılığı, yalnızca emirleri uygulamaya odaklanmayı, vicdanını otoriteye duyduğu sarsılmaz bir inançla bastırmayı bilen kalabalık kesimin temsilcisi. Siggi ise savaşın bitiminden sonra oluşan yenilgiyle çökmüş güvensiz ortamda bu iki cephenin arasına sıkışıp hangi yönün haklı ya da doğru olduğuna karar veremeyip sonunda kendi yolunu açan köksüz Alman neslinin çok iyi bir tasviriydi.
Kitabın çok güçlü bir alt metni var ve bunu sağlayanlardan bir tanesi de anlatım tarzı ve tercih edilen dil. Öncelikli olarak, babasının görev obesesyonunun ve nazi egemenliğinde, savaş eşliğinde geçen çocukluğun anlatıcıda yarattığı travmayı keskin bir şekilde hissediyorsunuz. Çocuğun babasına ve ailesine adım adım yabancılaşması ve ebeveynleri için kullanılan tanımın sayfalar ilerledikçe değişmesi, korkunun ve paranoyanın yarattığı psikolojik ve fiziksel değişim sayfa sayfa önünüze seriliyor. Hikayenin temel noktasını nazi dönemi ve bu dönemin görev bilinci oluşturmasına rağmen bu tabire beredeyse hiç rastlamıyorsunuz. Aynı şekilde, Gestapo, Yahudi, çingene vb kavramları da direkt anmak yerine sembollere ve detaylara saklıyor. Bu da anlatıyı gerçekten on yaşındaki bir çocuğun ve bu çocuklukla ruhu zedelenmiş bir gencin tedirgin zihninden dinliyormuşsunuz gibi hissettiriyor. Sadece anlatıcının ruh hali açısından değil, kitabın tamamında gerek insanlar, gerek olaylar gerekse yerler hakkında çok detaylı ve gerçekçi bir tanımlama var. Bu da kitabı okurken adeta kitabı yaşamanız, bütün bölgeyi ve insanları gözünüzde canlandırabilmeniz anlamına geliyor. Benim hem hayranlıktan aklımı alan hem de bir ödevin peşinde perişan olup sürükleniyor hissi yaşayıp, kitabı uzun bir zamanda bitirmemin sebep de bu dil tercihiydi açıkcası.
Özetle; yazıldığı tarih ve dile getirdikleriyle çok cesur bir yüzleşme kitabı Almanca Dersi. Hem bir baba-oğul arasında yıkılan ilişkinin enkazından kalanlara hem de bir ülkenin bütün dünyayı travmatize eden yakın tarihine dair. Özellikle de milliyetçiliğin yenide yükselişe geçtiği günümüz dünyasında bu oluşum ve “görev” kavramı üzerine mutlaka okunması gereken kitaplardan birisi.