A review by shiprim
Küçük Mavi Sandalye by Cary Fagan

5.0

Küçük Mavi Sandalye’nin (sanırım yalnızca beni) şaşırtan hikâyesine dair birkaç kelâm.

Cary Fagan’ın pek sevimli resimli kitabı Küçük Mavi Sandalye hakkında iki minik soru: İçerdiğinden çok daha fazlasına mı sahip gerçekten, yoksa bazı şeylere yeni anlamlar mı yüklüyoruz?

Küçük, mavi bir sandalye var. Çocuk sandalyesi. Tahtadan. Bo adında bir çocuğun bu sandalye. Muhtemelen tek sandalyesi, o yüzden onu çok seviyor. Onunla oyunlar oynuyor; bazen bir taht yapıyor onu bazense bir yarış arabasının koltuğu. Onu asla terk etmiyor. Fakat, Bo’yu terk eden bir şey var tabii: çocukluk. Sonunda, ona oturamayacak kadar büyüdüğünde, sandalyeyi de kapıya koyuyorlar ailecek. İşte böylece, tahtadan kahramanın yolculuğu başlıyor.

Kanadalı yazar Cary Fagan’ın naif öyküsü bu kadar basit. Kısacık zaten; ne de olsa bir resimli kitap. Ama kısa da olsa, Fagan’ın kaleminden çıktığı çok belli: Geçmişe dair hikâyeleri, anlatıcılı filmler gibi sepya tonlarda aktarmayı iyi bilen, duygusal biri Fagan. Bu kitapta da değişmiyor bu.

Buraya kadar her şey gayet normal. Ama kendi penceremden baktığımda gördüğüm sorun... hayır, sorun değil aslında. Beni şaşırtan bir şey. Bu kitaba yaklaşımımız, beni çok şaşırttı.

Kendi adıma, kitabı ilk kez okuduğumda bile ne kadar duygulandığımı gayet iyi hatırlıyorum. Her şeyden evvel, müthiş bir ayrılma-kavuşma hikâyesiydi. Çocukluğa dair yok olmuş bir hatıranın, yıllar sonra gelip insanı yeniden bulmasıyla ilgiliydi. Bo’nun içinde belki hiç dolmamış olan bir boşluğun ansızın kapanıvermesi gibiydi.

Bunlar bence bu kitabın özüydü. Çıkış noktasıydı ve hatta varış yeriydi. Olması gereken her şey bundan ibaretti.

Fakat yayımlandıktan sonra, gerek yurtiçinde gerekse yurtdışında, kitap hakkında yazılan yazılara ve sağda solda gördüğüm yorumlara çok şaşırdım. Hâlâ da şaşırıyorum. Kitabın “geridönüşüm”, “yeniden kullanma”, “atıkları değerlendirme”, “çevre bilinci” üstüne olduğunu söyleyen, kitabı bu şekilde okuyan çok kişi vardı. Bu bakışlar elbette yanlış değildi ama beni şaşırttı.

Şaşırttı, çünkü ben hiç böyle düşünmemiştim. Benim için bu kitabın bambaşka anlamları vardı ve bunlar arasında fayda içeren herhangi bir şey yoktu. Hayır... Küçük Mavi Sandalye, bu konular üstüne değildi benim için. Bunları alt metninde elbette veriyordu ama kitap bunlar hakkında değildi.

Bu kitap, duygular hakkındaydı.

Yanılıyor olabilirim tabii. Sonuçta, sanat eserinden ne istiyorsa onu alır sanat tüketicisi. Ama ortada bir hakikat var galiba: Önceliklerimiz değişiyor.

Cahit Sıtkı’nın betimlediği yolun yarısını geçmiş biri olarak, çocukluğumda okuduğum kitapların pek çoğunu unuttuğumu itiraf etmeliyim. Bununla beraber, unutmadığım kitapların tamamının, önemli bir ortak noktası var: Hepsinin yalnızca duygusunu hatırlıyorum. Beni güldüren kitapları hatırlıyorum. Beni ağlatan kitapları hatırlıyorum. Beni korkutan, hatta bazen tiksindiren kitapları hatırlıyorum. Ne anlattıklarını hatırlamıyorum ama hepsinin, anlattığı şeyi nasıl anlattığını hatırlıyorum.

“Geridönüşüm” üzerine yazılmış herhangi bir şeyin ise hafızamda kapladığı yer, sıfır bayt.

Önceliklerimiz değişiyor. Değişti bile belki. İnsanlık olarak, sadece tüketim odaklı düşünüyoruz artık ve tükettiğimiz her şeyden de kalıcı bir fayda elde etmek istiyoruz.

Peki niye böyle bakıyoruz eserlere? Niye Cem Yılmaz’ın da dediği gibi, gemicilik zihniyetiyle izliyoruz mesela bir filmi? Her şeyden neden bir fayda görme eğilimindeyiz her zaman? Duyguları neden bu kadar az önemsiyoruz, neden kendimizden ve her şeyden sürekli olarak kaçıyoruz? Ve sürekli kaçmamıza rağmen, aslında en değerli edebiyat türü olan kaçış edebiyatına neden hep ikinci sınıf gözüyle bakıyoruz?

Bu soruların yanıtlarını bilmiyorum. Sosyolog ya da sosyal psikolog değilim. Ama şaşırıyorum işte. Bu kitabın “geridönüşüm” hakkında olduğunu bir an bile düşünmemiştim ben, tekrar ediyorum. (Hatta itiraf edeyim, satır aralarında bunu verdiğini bile fark etmemiştim.) Bu kitabın benim için tek bir anlamı vardı başından beri: ayrılmak, kavuşmak, hayatın insana dayattığı hüzünlü duygular. Ve sırf bu yüzden, ben bu kitabı sevmiştim.

Ünlü düşünür Asya, hani şu al yazmalı olan, zamanında sormuştu: Sevgi neydi?

Ben onun kadar emin değilim yanıttan. Alık burcu olmamdan kaynaklanıyor belki (haha, müthiş espri), ama sevgi emek, iyilik ya da dostluk olmayabilir illa. Fayda hiç olamaz mesela, ona eminim. Sevgi, belki beyin nöronlarımızda belki de ruhumuzun içinde bir yerlerde akan, tarifi mümkün olmayan bir şey. Barış Bıçakçı’nın da dediği gibi, “Sevmek için ne gerekir?” sorusunu sorduğunuz an, “nedensizliğin arsız kuşları üzerinize pisler.” Fakat bilirsiniz bunu. Tamamen nedensizce, birini ya da bir şeyi sevdiğinizi bilirsiniz.

Çocuklar hele herkesten iyi bilir ve çocukken yaşanan sevgiler (ve sevgililer) asla unutulmaz.

Çocukların faydayla işi olmaz. Geridönüşümü ya da çevre bilincini, hiçbirisi öncelikli olarak aklına almaz. Yerden aldığı bir karton kutuyu, eve götürüp “bir şey yapmak” için alır; çöpe atmak için değil.

Bakışımızı değiştirmeliyiz belki de biraz. Hâlihazırda çok zor bulunan bir şeyi, evet sevgiyi (ve tüm diğer duyguları), en azından çocukların elinden almamalıyız. Öğreten değil, anlatan kitaplar seçmeliyiz ve kitapla çocuğu tamamen baş başa bırakmalıyız. Dünyayı kurtarmasını bekleyerek yetiştirdiğimiz nesli, dünyayı “nasıl” kurtarmasını istiyorsak o şekilde yetiştirmeliyiz.

Bir de, büyümeyi asla bırakmamalıyız.

---

* Bu yazı ilk olarak Kitap Eki dergisinde yayımlanmıştır.