A review by berilheral
Babel by R.F. Kuang

5.0


Hem öyküsü hem de mesajı başarılı olan (ya da benim bağ kurabildiğim diyeyim) kitaplara inanılmaz yükseliyorum. Babil kitabı belki hayatımı değiştirmedi ama çoğu şeye bakış açımı değiştirdiği kesin.

Kendisi de aynı zamanda bir çevirmen olan Kuang, doğal olarak etimoloji ve dil bilime bir hayli hakim ama biz ölümlü okuyucular elimizdeki çeviri kitapları okurken bunu ne kadar sorguluyoruz? Ben şahsen genelde İngilizce yazılan kitapları İngilizce okumaya çalışıyorum zira en büyük korkularımdan biri kötü çeviri yüzünden bir kitaptan soğumak. Fakat günün sonunda hepimiz bir noktada çevirmenlerin sözüne güvenmek durumunda değil miyiz?

Öncelikle ana temayı ele alalım: çevirmenlik ne kadar da zor bir iştir aslında. Tercüme etmek aslında hem dinlemek hem konuşmak, hem almak hem de üretmek üstüne kurulu, ikisinden birinde sıkıntı olması durumunda bozulmaya mahkum olan oldukça hassas bir sistem. Belki de en hafife alınan ve dil bilen herkesin yapabileceği zannedilen çevirmenlik günümüzde Google translate ve benzeri araçlar sayesinde basite indirgense bile birkaç yüz yıl öncesinde ne kadar elzem ve hatta tehlikeli bir işti. Tek bir hata yalnızca tercümanın kellesinin alınmasını geçin devletleri savaşa sürüklemeye yeterdi. Bunun için özel olarak eğitilmiş ajanlardan bahsetmeyeceğim bile…

Babil’de de bize tekrar hatırlatıldığı üzere; kelimeler sihirlidir. Kelimeler güçlüdür. Çoğu pagan hikayesinde de karşımıza çıktığı gibi bir şeyin gerçek ismini bilmek onun üstünde mutlak güç sağlar. Güncel bir örnek düşünürsek Harry Potter’da bile ismi anılmaz Voldemort’un. Korku filmlerinde şeytanların ismini üç kez zikretmek başımızı derde sokar.

Kelimelerin anlamını ve değerini çoğu zaman hafife alıyoruz. Sonuçlarını düşünmeden sarf ediyoruz, belki de günümüzün tüketim furyasında üzerinde düşünmüyoruz bile. Ama bir yandan da kelimelere biz anlam yüklemiyor muyuz? Ya da ona bile üşenir hale mi geldik? En basitinden “seni seviyorum” gibi bir cümle bile değerini yitirmişken biz iki kelam edip iletişim kuramayan bir toplum haline geldik.

Şimdi bir de kitabın daha geleneksel ve derine inen temasına gelelim: 18. Yüzyıl İngiltere’sinde geçen tarihi kurgusal bir kitapta tabii ki kolonileşme etkisiyle karşılaşıyoruz. Kuang burada kendi yarattığı fantastik dünyasına sömürgeciliği yine farklı ve bir o kadar da başarılı bir şekilde entegre etmiş. Sonuçta alternatif bir dünyadayız ama aslında kurulu sistem aynı. Ailesinden zamansız bir şekilde koparılmak durumunda kalan, efendilerinin kendi emellerine hizmet etmesi için İngiltere’ye sürüklenen Çinli Robin’in başta kendini ne kadar şanslı sayarken sonradan git gide biriken öfke ve nefretine şahit oluyoruz. Dışarıdan baktığımızda iki partinin de birbirine ihtiyacı var çünkü.

Sonlara doğruysa patlak vermek üzere olan savaş iki tarafın da etik değerlerini sorgulamasına sebep oluyor. Benim en çok hoşuma giden kısım da bu oluyor sanırım: bize %100 taraf tutturmayan, katmanlı karakterlerin olduğu kitaplar. Artık kim ne yapsın melek ya da şeytan gibi dümdüz karakterleri? Hayır, bunlar artık bize işlemeyen çok basit ve yüzeysel karakterler. Ben biraz daha bizi ikileme düşürsün, sorgulatsın istiyorum. Robin de tam bunu yaptırıyor okuyucuya. Sebepleri haklı ama metodları doğru mu? Şiddete şiddetle mi karşılık verilmeli? Biraz Machiavellist düşünmemiz gerekirse, saygının kazanılması için korkuya mı ihtiyaç vardır? Robin en başından beri korkup eleştirdiği kişiye (ister babası ister abisi) mi dönüşüyor? Ya da dönüşmelidir?

Evet belki de uzun bir metin ama son sayfasını çevirdikten sonra belki de daha uzun bir süre oturup üstüne düşünebileceğimiz materyal veriyor bize. İlgili olan herkese tavsiyemdir.